Şehirli Kadının Bunaltısı
13991 Kere Okundu

agah aydın, vagonŞehirli Kadının Bunaltısı

 

“Kış günü tuttun yakamı koymadın yaza gönül,

Geze geze men usandım sen kaldın taze gönül”*

O kentte damların üstündeki gökyüzü şeritlerini seyretmek için çil çil paralara “yaşam alanları” satılıyor ve o alanlarda yaşayanlar yepyeni bir insan türüne evriliyordu.

Naringül, bekarlık günlerinden beri bu evleri her gördüğünde hiçbir bölümünü kaçırmadığı “Elleme Mc. Bilibilibil Geh Geh” dizisinde ki özgür avukatın mutluluğunu hatırlar, böyle bir evde insanın mutsuz olmasının mümkün olmadığını düşünerek kahramanı “Elleme Mc Bilibilibil’e” öykünüp tatlı tatlı hayaller kurup, gelecek planları yapardı. Kocası Bora’yı tam da o günlerde, evlendikten iki yıl sonra, konut kredisi faizleri düşmüş, otomobillerinin taksitleri de bitmişken, türlü kadınlık hileleri ile Amerikan malı dış cephe malzemesi ile dış cephesi kaplanmış, Güven Toplu Konutları’nda birkaç kez gezip gördüğü Gülistan Sitesi’nden bir daire almaya ikna etmişti. Gülistan Sitesi’nde bir apartman dairesinin diğerlerinden hatta Güven Toplu Konutları’ndaki öteki dairelerden aman aman bir farkı yoktu. Belki de bu yüzden, Pazar günü hiçbir hazırlık yapmadan, kocasını da yanına alıp, manavdan sebze almaya gider gibi sorup soruşturmadan, ev almaya gitmişlerdi. Gözünün tuttuğu ilk daireyi almaya karar verip emlakçıyla pazarlığa tutuşmuştu. Biraz da fiyatı kırmak için “Bu evler yedi şiddetinde bir depreme göre planlanmış. Oysa beklenen deprem sekiz şiddetinde diyorlar…üstelik bu parayla Amerika’da villa alırsın be!” sözünü daha tamamlayamadan, bu türden uyanıklıklara alışık olan emlakçı, elini havaya kaldırıp “Bi defa bu evler dokuz şiddetine gör planlandı, elimde belediyenin de onayladığı projeler var. Değil Amerika, Japonya’da bile bulamazsınız böyle sağlamını…Bu evlerin inşaatında Japon teknolojisi kullanıldı… Şu tesislere bir bakın, tenis kortları, çevre düzenlemesiyle…bir Avrupalı gibi yaşayacak, buranın inceliklerini kavrayıp keyfini çıkarabilecek kültürlü, elit insanlar için yapıldı bu konutlar. İşte bu yüzden pahalı burası.” Naringül ve Bora aynı anda “Biliyoruz canım, biz de zaten…” Emlakçı ikna olduklarını sezmişti, bitirici darbeyi indirmek için ses tonunu alçaltıp biraz da yan dönerek aşağılayıcı bakışlarla “Kaldı ki sekiz şiddetinde bir deprem olursa bu şehrin üçte ikisi yok olur, o kadar insanın öldüğü bir harabede kim yaşamak ister? Varsın olsun da biz de yaşamayalım.” dedikten sonra elini cebinden çıkararak çenesine dayadı. Duygulanmış gibi yapıp camdan dışarı baktı. Naringül kendinden ve insanlığından utanmıştı, sanki bir depreme neden olmuşta o insanları kendisi öldürmüş gibi suçluluk duydu. Bora lafa girip “Şu evlerin içini de bir görelim” deyip yürümeye başladı.

Eve döndüklerinde Naringül, bir dağ yolunda kazların peşi sıra koşuşturduğunu, it üzümü** toplayıp yediğini, toplarken dikenlerin ellerini kanattığını düşünürken; onca yılı o köyde, tam da o dağ yolunun Kars’a doğru yönelip de ufukta kaybolduğu yerde, dünyanın sonunun geldiğine inanarak nasıl geçirebilmiş olduğuna şaşırıp, huzurlu bir huzursuzlukla bir yumak gibi kıvrıldığı yatağında yorganı kafasına çekti. O köy benim köyüm! Ben o köyün suyunda, toprağında, insanında, it üzümümdeyim. Orada olmasam da, olamayacak olsam da o köy hep beni bekliyor, bense o köye bir gün gitmeyi… Bir köyüm olmasaydı, o köyü terk edip gitmenin zevki, dönebilme ihtimalinin ve hep seni bekleyen bir köyün olmasının huzuru, saadeti olmazdı ki! O köyde yaşayabilmek için bir kere bile başka bir diyara gitmemiş olmak, başka bir kentte huzurla yaşayabilmesi için ise o köyde doğmamış olmak gerktiğine karar verip sabahı beklemeye, -gün doğmadan kim bilir neler doğar sözünü şarkı gibi mırıldanıp uyumaya çalıştı. O köyde çok az şey vardı ve her şey onundu, her şeyde herkeste biraz o da vardı, onda o köydeki her şeyden, herkesten biraz vardı. Bu kentte her şey vardı ancak kimsede kimseden bir şey yoktu ve hiç kimse hiçbir şeye yeterince sahip değildi.

Ana rahmini kaybederek dünyaya gelen insan yavrusu bir bakıma bütünlüğünü kaybetmiştir ve sonsuza kadar bu yaşam kaynağının peşine düşer. Ancak bulacağı, bulduğu hiçbir nesne o eksikliği doldurmaya yetmez, bulma umuduyla çırpınıp durur. Bu çırpınışı bir nebze olsun yavaşlatan, ferahlatan ise anne ve onun dolayımıyla kurduğu bağlar, ilişkilerdir. İlişkinin/ilişkilerin yokluğunda ise bunaltı (anksiyete) kaçınılmazdır. Bulma umudu insan yavrusuna yaşama enerjisi verir, üretime yöneltir, yaratıcılığı arttırır ve endişesini, bunaltısını azaltır.

Bir başka deyişle: “ilksel bakım veren onların (bebeğin) sabitliğe attığı ilk çıpadır ve her kayıpla onlarda anksiyete uyandıracak iğdişten korur”.*** İnsan yavrusunun talebi nesneye ve onun ötesinde sevgiyedir. Ancak ‘arzu’nun gerçeklikte nesnesi yoktur. Çünkü ‘öteki’nin arzusunun biricik nesnesi olmayı arzulayan bir varlık hep bir eksikle, hiç olmayan başlangıçtaki –yani orijinal doyumun imkânsızlığıyla karşılaşacaktır.

Bunaltı “ana gibi bir yârin olamayacağının” en kesin kanıtıdır ve iğdişle beraber ananın da artık ana yerine yar olamayacağının ve insan yavrusunun doğduğu günden itibaren ölene kadar bunaltı olmadan var olamayacağının… Geçmiş güzel günlerin hatırlanması, haz veren sözcüklerin tekrarlanması, anıların tekrar tekrar anlatılması kaybedilmiş cennete kavuşma hayaliyle yanıp tutuşan bedenleri bir nebze olsun yatıştırır, haz verir. Bu yanılsamasının biteviye tekrarı ise “hazdaki huzursuzluğu” hiç bitiremeyecektir.

Agah Aydın

Bu yazı daha önce Psikeart Dergisi’nde yayımlanmıştır: Sayı 31, Ocak 2014

Notlar:

* Çıldır’lı Aşık Şenlik

**Yabani böğürtlen

***Cem Kaptanoğlu’nun Lacan çeviri-yorumundan